
Yitip giden gençliğimiz…
Dönüp arkamıza baktığımızda, o pırıl pırıl yılları nasıl da hoyratça harcadığımızı görüyoruz.
Bizim olduğunu zannettiğimiz hayatlar için ne anlamlar yüklemişiz meğer,
oysa yalan olan hayatlarımıza.
Her bir gün, bir rüyanın peşinde koştuk.
Gerçek sandığımız hedeflere, aidiyet sandığımız ilişkilere, mutluluk sandığımız anlara sarıldık.
Gençliğimizin tükenmez enerjimizle, bu sahte yapıları ilmek ilmek ördük.
Belki bir kariyer hırsı, belki bir aşk yanılgısı, belki de sadece “olması gereken” diye dayatılan bir yaşam …
Hepsine canla başla tutunduk, onlara kendi ruhumuzdan bir şeyler kattık.
Ama zamanla anladık ki, o kadar anlam yüklediğimiz çoğu şey, birer yalandan ibaretmiş.
Uğruna uykusuz geceler kalbimizi parçaladığımız aşklar, aslında bizi tüketen yanılsamalarmış.
Ve o
“bizim” dediğimiz hayatlar, meğer birer figüranlığını yaptığımız birer tiyatro oyunumuş…
Bu yüzleşme ağır oluyor.
Kaybettiğimiz gençliğe mi yanalım,
yoksa uğruna tükettiğimiz onca zamana ve enerjiye mi?
Belki de tek çıkar yol, bu yalanları fark edip, kalan ömrümüzü gerçekten bize ait olan, samimi ve gerçek bir hayat inşa etmeye adamaktır.
geriye kalan hayatımızda, gerçekten kendimiz olmaya cesaret edebilir miyiz?